7 Mayıs 2024 Salı

KUTSAL EMİR

KUTSAL EMİR Yurt dışında başka iş bulamayan, açlıktan nefesi kokmaya başlayan Temel, keşiş olmaya karar vermiş. Karnı doymuş, kalacak yer de var ama dünya zevkleri yasak. Temel bu, ihtiyacını gidermek için hemen bir çözüm üretmiş. En güzel rahibe kapısının önünden geçerken bağırmaya başlamış Temel; “Olmaz İsa! Olmaz!” Rahibe, kapının önüne gelip merakla ne olduğunu sormuş. “ İsa ile konuşuyorum” da demiş Temel “ Bana kapımın önünden geçen ilk rahibeyi odama almamı söylüyor.” Rahibe;” İsa söylüyorsa yapacak bir şey yok!” diyerek girmiş içeri. Temel gözleri kapalı, trans halinde sürdürmüş konuşmasını ;” Yok artık İsa! Onu söyleyemem! “ Rahibede şaşırıp ve sormuş “Yine ne oldu?” diye. “ İsa senin soyunmanı istedi” demiş Temel. Rahibe de “O öyle söylüyorsa bi bildiği vardır” diye cevap verip soyunmuş. Temel’in İsa ile sohbeti sürmüş. “ Sen de soyun, rahibenin üstüne çık. Azıcık ucunu...” Rahibe ne yapsın? Emir büyük yerden. “Ama” demiş Temel’e “ Asla bekaretime dokunmak yok!” Temel rahibenin üstüne çıkınca durur mu? Başlamış bağırmaya; “İtmesene ulan İsa! İtmesene!” İlişki rahibenin hoşun gitmiş; “Bırak itsin, biraz daha itsin. Hem de çok itsin. İşine karışma” demiş. İş bitince rahibe odasına gitmiş. Bizimki kendi kendine, “Ben ne yaptım böyle. Hem ayıp hem günah bu. Hem kendim baştan çıktım hem de rahibeyi baştan çıkardım” diyerek bir daha böyle bir eyleme girişmeme kararı alarak rahibeye yanaşmamış. Ama aradan bir süre geçince rahibe kapıyı çalmış, “Çoktandır sesin soluğun çıkmıyor. Kutsal emir gelmiyor mu artık?” diye sormuş. Bizimki, ”Geliyor ama sana zahmet vermek istemiyorum, söylemeye utanıyorum” demiş. Rahibe, “Hiç olur mu? Benim için zahmet değil zevk bu. Hadi gel emre bir kere daya uyalım” diyerek soyunup yatağa girmiş. Temel de emri hemen yerine getirmiş… Üç dört gün sonra odanın önünde beş altı rahibeye rastlamış. Burada ne beklediklerini sormuş. Rahibeler sana gelen kutsal emre uymaya geldik. Çok zevkli oluyormuş” demişler ve aralarında içeriye önce ben gireceğim, sen gireceksin diye kavga etmeye başlamışlar. Temel rahibelerin arasında yaşlı ve çirkin olanları görünce, “Bu iş bana pahalıya mal olacak. Hem başım belaya girecek hem de aforoz edileceğim. Hadi gençler neyse, bu yaşlı ve çirkin olanlarla nasıl baş edeceğim. Bana işkence olacak bu” diye düşünmüş. “Biraz sabredin. Ben odama girip hazırlanayım. Hazır olunca size haber veririm” diye içeriye girmiş. Tuvaletin penceresinden yere atlayıp ardına bile bakmadan kaçmış. Oradan uzaklaşmış. Beklemekten sıkılan rahibeler odada Temel’i göremeyince şaşırmışlar. Yetmişlik bir rahibe, “Ne mübarek adammış. Sır oldu, ortadan kayboldu. İsa yanına çağırdı galiba” demiş. Diğerleri de “Şu emri bize sunsaydı da ondan sonra gitseydi” deyip yas tutmuşlar.

6 Mayıs 2024 Pazartesi

Güldüren düşündüren bir alıntı

EMİR BÜYÜK YERDEN Yurt dışında başka iş bulamayan, açlıktan nefesi kokmaya başlayan Temel, keşiş olmaya karar vermiş. Karnı doymuş, kalacak yer de var ama dünya zevkleri yasak. Temel bu, ihtiyacını gidermek için hemen bir çözüm üretmiş. En güzel rahibe kapısının önünden geçerken bağırmaya başlamış Temel; “Olmaz İsa! Olmaz!” Rahibe, kapının önüne gelip merakla ne olduğunu sormuş. “ İsa ile konuşuyorum” da demiş Temel “ Bana kapımın önünden geçen ilk rahibeyi odama almamı söylüyor.” Rahibe;” İsa söylüyorsa yapacak bir şey yok!” diyerek girmiş içeri. Temel gözleri kapalı, trans halinde sürdürmüş konuşmasını ;” Yok artık İsa! Onu söyleyemem! “ Rahibede şaşırıp ve sormuş “Yine ne oldu?” diye. “ İsa senin soyunmanı istedi” demiş Temel. Rahibe de “O öyle söylüyorsa bi bildiği vardır” diye cevap verip soyunmuş. Temel’in İsa ile sohbeti sürmüş. “ Sen de soyun, rahibenin üstüne çık. Azıcık ucunu...” Rahibe ne yapsın? Emir büyük yerden. “Ama” demiş Temel’e “ Asla bekaretime dokunmak yok!” Temel rahibenin üstüne çıkınca durur mu? Başlamış bağırmaya; “İtmesene ulan İsa! İtmesene!” İnsanlık tarihi boyunca amacına ulaşmak için, Temel gibi dini kullananlar her zaman olmuştur. Temel hiç değilse İsa’yı kullanmış. Bazıları doğrudan Allah’ı alet

5 Mayıs 2024 Pazar

Şairane Kolye

ŞAİRANE KOLYE Kolye kadınları eski çağlardan beri boyunlarına taktıkları bir süs eşyasıdır. Son zamanlarda erkekler de takmaya başladılar ama kolye daha çok kadınlara yakışır ve güzelliklerine güzellik katar. Çeşit çeşit kolye vardır. Kimi çiçekli, kimi böcekli ya da güneş, ay, yay gibidir. Adlarını yazdırıp kolye olarak takanlar bile vardır. En tutulan kolye yonca şeklinde olandır ki bu kolyeyi takanlar onun uğur getireceği sanırlar. Kelebekli kolye de epey göz alıcıdır. Dikkati çeker. Kelebek dedim de aklıma geldi. Güzel bir kadın kelebekli bir kolye takmış ve çapkın bir gence kolyesini beğenip beğenmediğini sormuş. Genç gözlerini süzerek, “Kelebek güzel ama konduğu çiçeğe bayıldım” demiş. Bu fıkrayı şu biçimde de duymuştum. Genç kadın uçak biçiminde bir kolye takarak gence kolyesini nasıl bulduğunu soruyor. Genç de, “Uçak güzel ama hava alanı daha güzel” diyor. Sakın kolyeyle koliyi karıştırmayın. Nasıl olur demeyin. İşte şöyle olmuş; Okulun hizmetlisi bayan öğretmene postacı size kolye getirdi, diyor. Kadın şaşırıyor, dudak bükerek, kim gönderdi acaba, niye kendi getirmiyor da postacıya havale ediyor, hem postacıyla kolye mi gönderilir diye düşünüyor ve hizmetliye, hani o kolye nerede diye soruyor. Hizmetli ona bir kağıt uzatıyor, kendisini getirmedi, kağıdını getirdi, bu kağıtla postaneye gidip alacakmışsınız, diyor. Bu olayı duyanlar dedikoduya başlıyorlar; kim gönderdi acaba, veli mi, gizli bir aşığı ya da hayranı mı diye fısıldaşıyorlar… Kadın boş zamanında hemen postaneye koşuyor, kağıdı memura uzatıyor. Memur kendisine küçük bir paket uzatıyor. Kadın merakla paketi açtığında ortada kolye falan göremiyor, şaşırarak memura postacı kolye getirmiş, hizmetli öyle söylüyordu. Hani nerede o kolye diye soruyor. Memur gülüyor, postacı paketin içindekini ne bilecek? Koli demiştir o, sizin andavallı da koliyi kolye anlaşmıştır, diyor. İşte böyle! Paketin içinde ne olduğunu söyleyeyim de sizi daha fazla merakta bırakmayayım. Kadın bir gazetenin bilmecesini çözmüş, hediye olarak da kendisine bir saat kordonu yollamışlar. İyi ki bayan öğretmen, saat kordonunu kolye sanıp boynuna takmamış, değil mi? İmdi gelelim asıl konuya. Şairane kolye de neymiş, nasıl bir şey acaba, diyenler iyi okusun. Kolye var kolyecik var, kolyeden kolyeye fark var. Her kolye güzeldir ama kolyelerin en güzeli, en şairanesi seven kişinin öpücüklerinden yaptığı ve sevgilisinin boynuna dudaklarıyla taktığı kolyedir.

2 Mayıs 2024 Perşembe

BURUNLU GÜLMECE

Burun deyip geçmeyin. O, en önemli organlarımızdan biridir. Şaire bir anlık görmeyle şiir yazdırıyor, Karadenizliler burunlarından tanınıyor. 2. Abdülhamit, burnu büyük olduğu için burun kelimesini yasaklamış, yazarlar karalardaki burunlardan söz ederlerken karaların denize doğru olan çıkıntıları demek zorunda kalmışlar, ceza yememek için. Gururlu, kendini beğenmiş kişiler burunları havada dolaşırlar, burunlarından kıl aldırmazlar. Çektiğimiz zorlukları anamdan emdiğim süt burnumdan geldi, diye belirtiriz. Ana babasına çok benzeyen çocuklar için, “Hık demiş, burnundan düşmüş” deriz. Kadınlar güzel görünmek için burun ameliyatı olurlar. Bazı kimseler burunlarına enfiye, kokain çekerler... Burunla ilgili şöyle bir fıkra var: Köye yeni atanan hoca camiye pek gelen olmadığını görünce köylülere bunun nedenini sorar. Namaz duası bilmediklerini söylerler. Hoca “Ben yüksek sesle dua okurum, siz de tekrar edersiniz” der. “Tamam” derler. Hoca yere eğildiğinde burnu taban tahtalarının arasına kısar, can acısıyla “Burnum kıstı” diye bağırır. Bunun dua olduğunu sanan cemaat “Burnum kıstı” diye tekrarlar. Hocayı kurtarmaya gelen olmaz! Bir süre sonra burnunu kurtaran hoca hiçbir şey olmamış gibi namaza devam eder. Namaz bitip de camiden çıkarken bir genç hocaya yaklaşır, “Duanız çok güzeldi. Hele o son duanıza bayıldım. Hiç böyle bir dua duymamıştım” der. Yazımı ders verici bir fıkra ile bitiriyorum. Adamın birine bir cin görünür, ona üç dilekte bulunmasını söyler. “İyi düşün taşın. Dileğinden vazgeçersen hakkını kaybedersin, geri dönüş yok” der. Adam düşünürken kaynanası içini çeker, “Şimdi şöyle mis gibi bir börek olsaydı da yeseydik” der. Hemen bir tepsi börek gelir önlerine. Adam kızar, “Dileğin birisini senin yüzünden heba ettik. Her işe burnunu sokmasan olmaz mı, hay o börek burnuna yapışaydı!” diye bağırır. Börek kaynananın burnuna yapışır. Bir hakları kalmıştır. Damat, kaynanasını “Ses çıkarma da şöyle güzel bir dilekte bulunalım” diye uyarır ama kadın “Ben böyle burnu börekli halde el yüzüne nasıl bakarım?” diye itiraz eder. Bir süre çekişirler, onun yalvarmalarına dayanamayan adamcağız, “Börek kaynanamın burnundan düşsün” der. Böylece üç dilek te boşa gitmiş olur. ERHAN TIĞLI

29 Nisan 2024 Pazartesi

EŞEĞİN TÜRBESİ

Şeyhin biri türbe etrafında kurulmuş dergahta kendisine çok yardım eden iyi bir adama el vermiş; -“Var git sen de kendi dergahını kur, ama şu topal eşekten başka sana verecek bir şeyim yok” demiş. Adam önde topal eşek arkada az gitmişler uz gitmişler dere tepe derken eşek zaten yaşlı, ölüvermiş… Adam eşeği gömmüş, başına oturup kara kara düşünürken bir kervanbaşı durup sormuş “Kimin bu mezar, sen ne yapıyorsun?” -Adam “Çok değerli bir şeyhti, öldü, gömdüm, bırakıp gidemiyorum” deyince kervandakiler hemen bir türbe inşa etmişler, bizim adam da oranın şeyhi olmuş. Zaman geçmiş, yeni şeyh ve türbe çok çok ünlü olmuş, eski şeyhi de duymuş ziyarete gelmiş. Yatma saati gelip kalabalık dağılıp yalnız kalınca eski şeyh yeni şeyhe sormuş: -“Türbede yatan kim?” -Yeni şeyh “Aman şeyhim sus kimse duymasın, senin verdiğin topal eşek o” deyince eski şeyh kahkahayı basmış: “Benim türbedeki de onun anası…! Not: Her konuşanı Alim, Her susanı Cahil sanma..! Dış görünüşe aldanma.” Her şeyin bir dış görünüşü, bir de içyüzü vardır. Onun için yalnız dış görünüşe bakarak yargıya varmak insanı aldatabilir. Cemal Damar iletsi

PARMAKLA GÖSTERİLEN ADAM

PARMAKLA GÖSTERİLEN ADAM Parmak vücudumuzun ufacık bir organı, elimizin uzantısıdır ama uygarlık onunla başlamıştır diyebiliriz; çünkü insanlar merak ettikleri şeylere önce parmaklarıyla dokunup yokladıktan sonra onların ne olduğunu, ne işe yaradıklarını anlamaya çalışmışlardır. İnsanların eşit olmadıklarını “Beş parmağın beşi bir mi?” diye vurgularız. Politikacılar yoksulların ağızlarına bir parmak bal çalarlar, kendileri ise bal tutar, parmaklarını yalarlar. Çok hünerli kişileri “on parmağında on marifet var” diye tanımlarız. Dedikoducular bizi parmaklarına bir doladılar mı kurtulamayız ellerinden, dillerinden. Her cinayette bir kadın parmağı aranılır. Alacağımız bir şeyi unutmamak için parmağımıza ip bağlarız. Pişirilen yemeğin ne kadar güzel olduğunu belirtmek için, “parmaklarını yersin” deriz. Hayran ve şaşkın kalanlar parmaklarını ısırırlar. Parmağını her işe sokmak her şeye karışmak demektir. Birini azarlarken işaret parmağımızı yukarıya doğru sallarız, küçük çocukları “parmak kadar” diye küçümseriz. Kimi dikkatsiz işçiler iş yaparken parmaklarını makineye kaptırırlar. Parmak günlük yaşamımızda önemli bir yer tutar. Kıbrıs’ta ve Söke dolaylarında Beşparmak Dağları vardır. Bir tatlımızın adı vezirparmağıdır. İstanbul’da Parmak kapı semti bulunur. Düşmeyelim diye evlerimizin ya da balkonumuzun önüne parmaklık yaptırırız. Parmaklamayı, parmak atmayı pek severiz. Kurnaz kişiler bizi parmaklarında oynatırlar. Benciller de başkaları için parmaklarını bile oynatmazlar. Oynarken parmaklarımızı oynatır, avucumuza değdiririz. Parmaklarımız kimi zaman konuşma yerine geçer. Parmaklarımızı birbirine sürtersek “para” demektir. Dikkat çekmek için parmaklarımızı şaklatırız. Freud güzel bir noktaya parmak basıyor: “Birini işaret ederek suçlarken işaret parmağınız onu, diğer üç parmağınız ise sizi gösterir.” Başparmağımızla işaret parmağından bir yuvarlak yapıp karşımızdaki kişiye uzatıyorsak onun eşcinsel olduğunu “ima” etmiş oluruz. Aynı el hareketini gözümüzün hizasında yapıyorsak karşımızdakini “takdir” ediyor ve “mükemmel” mesajı yolluyoruz demektir. Okuma yazma bilmeyenler başparmaklarını mürekkebe batırarak imza atarlar. Parmaklarımızı yukarda birleştirip sallarsak yediğimiz yemeğin güzel olduğunu, işlerin yolunda gittiğini belirtmiş oluruz. Araplarda ise “sakin ol” demektir. Başparmağımız hava olursa “sorun yoktur, her şey yolundadır”. Bozkurt selamıyla metalcilerin hareketi birbirine benzerler; iki işaret de kurt simgesini andırırlar. Akdeniz ülkelerinde ise “baban boynuzlu” anlamına gelir! Orta parmağın yukarı kalkışı “küfür” etmekle eşdeğerdedir... İkinci dünya savaşında İngiltere başbakanı Churchil parmaklarıyla “zafer bizimdir” anlamında V işareti yaparak halkına moral vermiş, bu işaret sonradan simgeleşmiştir. Parmaklarımızı yumarak yumruk yaparız, böylece gücümüzü vurgular, düşmanlarımıza meydan okuruz. Bir parmaklı türküde şöyle deniliyor: “Karadut parmak gibi Dökülür ırmak gibi Beni yârden ayıran Kurusun yaprak gibi” Bir maniye göz atalım gelin: “Hoştur bal ile kaymak Yiyelim parmak parmak Nazlı yâre sarılmak Cennetten gül koparmak” Parmak deyip geçme. Her parmağın ayrı adı vardır: Başparmak, serçe parmağı, yüzük parmağı, işaret parmağı... Evlilik parmağa yüzük takmakla başlar. Öğrenciler, soru sormak, söz almak için parmak kaldırırlar. Aziz Nesin’in de değindiği gibi; İnsanın en marifetli parmağı işaret parmağıdır. Hem işaret etmeye, hem karıştırmaya, hem de başka işlere yarar. Bal tutunca yalayacağınız işaret parmağınızdır. Madik atmak işaret parmağıyla olur. Parmaklamak da işaret parmağının görevi…”Bu işte kadın parmağı var” denildiğinde, herhalde hiç kimse kadının zavallı serçe parmağını ya da baş parmağını düşünmez. Önderler hedef gösterirlerken, hedefleri, parmaklarının en uğursuzu olan yüzük parmağıyla değil, işaret parmaklarıyla gösterirler… Gelin bu konuyu fıkra ve anekdotlarla çiçekleyelim: Din dersinde hoca kıyamet kopmasını ballandıra ballandıra anlatmış. Sonra da öğrencilere “Anlamadığınız, sormak istediğiniz bir şey var mı?” demiş. Öğrencilerden biri parmak kaldırmış: “Hocam, her şeyi anladım da bir şeyi anlamadım,” diye dudak bükmüş, “O gün okullar tatil olacak mı, olmayacak mı?” *** Derste öğretmenimiz bizi denemek için parmaklarından birini gösterdi: “Bu parmağı Çinliler niye kullanamaz, biliyor musunuz?” diye sordu. “Bilemedik, Siz söyleyin hocam” dedik. “Bunda bilmeyecek ne var?” diye güldü, “Bu parmak benim parmağım da ondan!” *** Anne babalarımız bizim toplumda parmakla gösterilecek bir adam olmamızı isterler. Siz oldunuz mu, bilemem ama ben oldum. Nasıl mı? Ne zaman yanlarından geçsem eş dost parmaklarıyla beni göstererek şöyle diyor: “Şuna bak, bütün parasını kitaplara yatırıyor. Kitapları toplatıldı, yakıldı, kendisi gözaltına alındı ama gene de akıllanmadı. Sadece okumakla yetinse neyse; Başı o kadar derde girdiği halde yazı yazıp duruyor, yazmaktan bir türlü vazgeçmiyor. Hani yazdıkları para etse yüreğim yanmaz. Emekleri ziyan oluyor, bir işe yaramıyor. Bedavaya gidiyor hepsi de. Böyle enayi zor bulunur vallahi!” ERHAN TIĞLI

26 Nisan 2024 Cuma

Helva Hanım

Konuya girmeden önce sorayım. Helvayı sever misiniz? Ben pek severim. Taze ekmekle helva çok iyi olur. El gücüyle çalışanlar helva ekmek yiyince enerji toplarlar, yorgunluklarını unuturlar. Çeşit çeşit helva vardır: Koz helvası, tahin helvası, irmik helvası, yaz helvası, cevizli helva, çikolatalı helva, kar helvası, keten helva…(Yandı gülüm keten helva diye de bir deyim var.) Nasrettin Hoca yağan karı alıp içine pekmez koyuyor, kar helvası yaptığını söylüyor. Tadanlar beğenmiyorlar. Hoca onlara hak veriyor, “Yaptım ama ben de beğenmedim” diyor! Dedemin anlattığı bir fıkra var. Bir Fransız turist Konya’ya geliyor. Bir helvacı dükkânının önünden geçerken vitrindeki helvalar dikkatini çekiyor. Onlarda böyle bir şey olmadığı için bunların ne olduğunu merak ederek içeri giriyor. Dükkân sahibine,” Kes köse?” (Bu nedir) diye soruyor. Adam onun “Kes bir parça” dediğini sanıyor ve helvadan kesip veriyor. Turist helvayı yedikten sonra bir daha “Kes köse?” diyor. Adam kesip veriyor. Turist bir daha “Kes köse?” deyince bizimki kızıyor: “Kese kese helva kalmayacak be! Sen buraya alışveriş etmeye mi geldin, bedava helva yemeye mi?” diyerek turisti kovuyor. Dostlarımız helvamızı yemek isterler. Hastalanan arkadaşlarına, “Helvanı ne zaman yiyeceğiz?” derler. Neden böyle diyorlar biliyor musun? Biri ölünce hayır olsun diye arkasından helva dağıtırlar da ondan. (Ne kötü şaka değil mi bu!) Her ortama uyduklarını belirtmek isteyenler, “Ben helva demesini de bilirim, halva demesini de” derler. (Anadolu’nun kimi yerlerinde helvaya halva, elmaya alma derlermiş.) Gerçi konuyu çok dağıtmış olacağım ama yeri gelmişken, bu konuda bir şey anlatmak istiyorum. Satıcının biri elma satıyormuş, öbürü de yoğurt. Yoğurtçu, “Tatlı yoğurt!” diye bağırırken elmacı da kendi ağız biçimiyle, “Ekşidir alma” diye ekşi elma sattığını belirtmek istiyormuş ama yoğurtçu bunu yanlış anlamış, onun yoğurduna ekşi dediğini sanmış ve kavgaya tutuşmuşlar. Zor ayrılmışlar. Gelelim helvamıza. Helvacı türküsünü biliyor musunuz? Bilmiyorsanız söyleyivereyim. “Kara koyun etli olur Kavurması tatlı olur Buralarda yâr seven Ölmez ama dertli olur. Helvacı helva! Keten tohumlu helva Şeker lokumlu helva!” Helvadan niye bu kadar söz ediyorum da asıl konuya hemen girmiyorum? Helvayı çok sevdiğim için, sözünü ederken yemiş gibi oluyorum da ondan. Bizimkilerin kilo, kolesterol sorunu olduğu için evimize helva girmiyor uzun zamandır. Bu kadar giriş yeter. Şimdi öyküme geliyorum. Almanya’ya giden bir işçimiz orada Helga adında bir Alman kızıyla evleniyor. Bir süre sonra Türkiye’ye dönüyorlar, bir ev alıp temelli kalmaya başlıyorlar. Alman kızı Türkçe öğreniyor ama tam değil. Daha birçok eksiği oluyor. Konuşma biçimi de Türklere uymuyor. Çevredeki kadınlarla tanıştırırlarken Ayşe Teyze ona adını soruyor. Helga helva der gibi,”Helga” diyor. Teyzemiz, “Helva mı? Benim adım da baklava!” diye espri yapıyor. Bu olaydan sonra Helga’nın adı Helva olarak kalıyor. Eski adı unutuluyor. Helva hanım kocasının gözüne girmek için Türk yemekleri yapmak istiyor. Bir yemek kitabı satın alıp oradaki tariflere bakarak yemek yapmaya başlıyor. Kitapta yemek için gereken malzemeler sayılırken bazı adların yanına “arzuya göre” yazılmıştır. Bunu da bir yemek malzemesi sanan Helva hanım çarşıdaki bütün dükkânları dolaşıp “arzuya göre” yi arıyor, tabii bir türlü bulamıyor. Çaresiz, “arzuya göre” olmadan yemek yapmak zorunda kalıyor. Merakla kocasını bekliyor. Kocası geliyor, yemek yerken beğendi mi acaba diye sürekli kocasının yüzüne bakıyor Helva hanım. Bir şey anlayamayınca daha fazla bekleyemiyor, kocasına yemeği nasıl bulduğunu soruyor. “Çok güzel olmuş. Eline sağlık” diyor erkek. Bu sözlere inanamıyor Helva hanım. “Gerçekten beğendin mi, yoksa beni üzmemek için böyle mi söylüyorsun?” diye soruyor kocasına. “Beğendim tabii. Sana niye yalan söyleyeyim?” diyor erkek. “Aslında bu yemeğin bir eksiği var” diyor Helva hanım. Erkek dudak bükerek: “Ben bir eksik bulamadım. Neymiş o?” diye soruyor. “Kitapta arzuya göre de var ama aradım, bir türlü bulamadım” diye önüne bakıyor kadın. “Arzuya göre diye bir yemek malzemesi duymadım ben. Getir şu kitabı da bakalım içine” diyor adam. Kadın yemek kitabını getirip gösteriyor. Erkek gülmeye başlıyor. Kadın bozuluyor, onun alay ettiğini sanıyor. Erkek gerçeği açıklamak zorunda kalıyor: “Arzuya göre demek; isteğe bağlı, isteyen koyar, istemeyen koymaz demektir” diyor. Türkçeyi iyi bilmediği için boşu boşuna arzuya göre aradığını anlayan Helva hanım da gülmeye başlıyor. Birlikte öyle gülüyorlar ki bu gülüş tatlı yerine geçiyor, yemeğin üstüne tatlı yemiyorlar artık.